İlk seyahat ve yolculukların amaçlarıyla günümüz gezilerinin niyetleri arasında elbet büyük farklılıklar var. Sadece rüyadaki bir dil sürçmesiyle yollara düşen Evliya Çelebi’nin ruh hali sanırım günümüzde hiç kimsede yok. Ancak yine de yollarda olmayı, “yolda değilsek dardayız” demeyi bilen pek çok YOLCU’nun da varlığını inkâr edemeyiz.
Sadece yolda olmak, “evinden, yurdundan” uzakta olmak, günlük rutinini kırıp bunun dışında (bir süre için de olsa) yaşamak tek başına önemli bir uğraş, yaşam biçimi olmakla beraber, bunu yapan hiç kimseye yeterli gelmedi. Gezmekle birlikte paylaşmak da önem kazandı. Söz, yazı, resim, gravür, fotoğraf, film ya da video vb yollarla yaşananlar, görülenler, tanışılanlar, heyecanlar, öğrenilenler ilk seyahatlerden bugüne anlatıldı, gösterildi, aktarıldı. Seyahatler, seyahatnameler her daim mecrasını buldu; “gitmeyenlere”, “daha önce gidenlere”, “daha sonra gideceklere” sözle, yazıyla ya da görüntüler aracılığıyla ulaştı.
Fotoğraf ve hareketli görüntü henüz dünyaya gelmemişken seyyahlar yine yolları tepiyorlar ve dönüşlerinde -ki dönmek de ayrı bir yazı konusudur- söz ve yazıyla yolculuklarını, deneyimlerini paylaşıyorlardı. Yolculuklarda edindiklerini, bilgilerini, görgülerini, yeni ya da farklı yaşam algılarını paylaştıkça çevrelerinde, toplumlarda değişim ve dönüşümlere yol açabiliyor, önyargıları değiştirebiliyorlardı. Günümüzde böyle bir değişim dönüşüm yaratmak elbet çok zor. Ama yine de paylaşmak, anlatmak, göstermek vazgeçilmez bir uğraş.
Yolculuk…
Bilinmeyen yol, keşfedilmemiş (!) toprak, gidilmemiş köy kalmadı denir ya bu gitmeyi, yolculuk yapmayı bir liste üzerinde işaret koyarak yapanların tanımıdır. Her yolculuk, layıkıyla yapılırsa elbet, yolcunun içine doğru da yaptığı bir yolculuktur. Öncelikle “gerçekten” bir yere gittiyse yolcu, bilgisinde, görgüsünde, yaşam algısında bir şeyler değişmiş olmalıdır. Bu temel değişikliğin mutlak bir sonucunun yansıması olacaktır. İş ki yolcu öncelikle kendisi bu değişime açık olsun. Günümüz hayatının çok hızlı olması, sürekli olarak yapılacak işlerin, girilecek toplantıların, çözülecek sorunların, ödenecek faturaların olması hepimizi mutasyona uğratmış ve bugününü değil fatura tarihlerini, toplantı saatlerini, kredi kartı son ve minimum ödeme günlerini yaşayan bir türe dönüştürmüştür. İşte yolculuk, işte gerçek yolculuk, işte hem yola (dışa) hem ruha (içe) çıkılan yolculuk o günü, o anı yaşamayı getiren bir davranış biçimidir ki sadece bundan dolayı bile çok önemlidir. O yolculuğun paylaşımı da bu nedenle daha da önem kazanmaktadır.
Gezmek – seyahat etmek…
Bugün sıradan bir olay haline gelen gezmek, yolculuk yapmak, artık belirlenen bazı tatil dönemlerinde bir yere gitmeyi ve sonunda geri dönmeyi hedefleyen bir post-modern aktivite hali. Dinlenmek, bulunduğu ortamdan uzaklaşmak, yeni bir iş dönemi için hazırlanmak gibi amaçları olan turistik geziler bir dönemin “seyahatlerinin” yerini tutar halde…
Eski seyyahları okuduğumuzda gördüğümüz odur ki eskiden seyahatin kendisi başlı başına amaçtı. Ömrünü yollarda bitiren nice seyyahı biliyoruz. 1325’te Mekke’ye hac için giden ve “yolculuğun” gücüne kendini kaptıran İbn Batuta, 1353’e kadar İsfahan, Şiraz, Bağdat, Tebriz, Etiyopya, Mogadişu, Mombasa, Zanzibar, Şam, Alanya, Konya, Sinop, Kırım, İstabul, Hazar Denizi, Aral Gölü, Afganistan, Hindistan, Maldiv Adaları, Çin, Suriye, Filistin, Arabistan, Endülüs, Valencia, Granada’ya gitti ve tekrar Fas’a döndü. Çöller, nehirler, denizler, iklimler aştı. Rıhlet-ü İbn Battuta isimli seyahatnamesini yazdı. Süre ve rota inanılmaz değil mi? Etkileyici olan cümle belki de şu: Quanzhou’ya geri döndüğünde artık eve dönmek istediğine karar verdi. Ama aslında artık gerçek evinin neresi olduğunu bilmiyordu.
Yolda olmak yeterliydi. Gerçek ev, yolun kendisiydi.
Bugün elbet böyle bir seyahat hali bulmak, görmek zor… Günümüzde daha çok merak kaynaklı olarak başlayan yolculuklara çıkanlara, insanın daha çok kendi sınırlarını zorladığı, kendisini ve dünyayı tanıdığı ve bir miktar da değişmek hedefiyle yola düşenlere seyyah ya da gezgin denilebilir sanırım.
Gezerken bedenini dolaştıranlara ve bir yerlere gidenlere oranla daha çok ruhunu gezdiren ve yolda olmayı önemseyenlere gezgin denilebilir.
İşte bizim hikayemiz de gittiği yerlere ruhunu da götürenlere, gittiği yerde değişenlere, yolda olmayı özleyenlere, “yolda değilse darda olanlara” hitabendir…
Fotoğraflı seyahat…
Benim gibi omzunda, boynunda makine sallandırarak gezenler için elbette fotoğraflı seyahatler, seyahat dergileri, seyahatnameler farklı anlamlar da taşıyor. 1826’da Nicephore Niepce, 8 saatlik pozlama ile ilk görüntüyü kaydettiğinde fotoğraf makineleri ancak iç mekânlarda kullanılabilecek bir beceriye sahip olabildi. Ta ki Louise Daguerre taşınabilir camera obscura ve daha çabuk gelişen kimyasallarla çalışmayı çözene kadar. 1839’da Daguerreotype ile fotoğraf çekmek daha kolaydı, ancak tüm malzemeyi (camera obscura, fotoğraf çekilecek cam ya da metal levhalar, tanklar, küvetler, kimyasallar, karanlık oda çadırı vb) bir katırın sırtına yükleyip yollarda fotoğraf çekme uğraşısı 1860’ları buldu. Yollara düşen fotoğrafçılar ilk olarak kutsal mekanlara koştular. Bu yerlerin gerçek olduklarını, gerçekten var olduklarını ispatlayan en önemli delildi fotoğraflar. (O zamanlar fotoğrafların gerçeği gösterdiğinden şüphe yoktu!)Kısa zamanda maceracı fotoğrafçılar da ortaya çıktı ve uzun yolculuklar yaptılar, Doğu’ya doğru… Anadolu, Nil Havzası-Mısır, Hindistan-Kutsal Ganj Nehri, yüce dağlar-Himalaya silsilesi ilk yolculuklardan nasibini alan yerler oldular.
Bu dönemde Osmanlı da fotoğrafı ilk karşılayan topraklardan biriydi. Fransız Bilimler Akademisi tarafından tescilinden sadece 3 yıl sonra, Daguerre’nin çıraklarından Kompa’nın İstanbul’a geldiği ve bir yandan sanatını icra ederken bir yandan da isteyenlere fotoğraf öğrettiği söylenir. 1850’lerde Pera’a stüdyolar açılırken 1863’te Abdullah Biraderler ile Osmanlı Sarayı’na da fotoğraf ulaşır. 2. Abdülhamit dönemi ise fotoğrafın çok ciddi olarak saray hayatında yeri vardır. 2. Abdülhamit ülkeyi ve dünyayı fotoğraflar aracılığı ile tanır. Yıldız Albümleri, Osmanlı hâkimiyetinde bulunan topraklarda kurulmuş abideleri, müesseseleri, kültür ve sanat mirasını fotoğrafla tespit ettirerek tarihe eşsiz birer belge bırakır. Padişahın isteği üzerine çekilen 40 bine yakın fotoğraf, Osmanlı toplum hayatı, tarihi eserler, şehircilik ve şahıs dökümlerini içeren kapsamlı bir foto-belge özelliği taşımaktadır. Bu fotoğraflar, Türkiye’nin yurtdışındaki kültürel mirasının tahrip edildiği dönemlerde, devlet tarafından tarihi birer belge olarak kullanıldı.
1900’lerin başında George Eastman yarattığı Kodak markası ve “Siz deklanşöre basın gerisini biz hallederiz!” sloganı ile ortaya çıkardığı Brownie makineler ile fotoğrafın herkes tarafından yapılabilir bir uğraş olmasını sağladı. Böylelikle fotoğraf makinesi kolay taşınabilir ve kullanılabilir bir aygıt, fotoğraf ise kolay üretilir bir mecra oluverdi.
Sanayi Devrimi ve Fotoğraf…
Sanayi devrimi ile birlikte dönem insanın hayatında pek çok şey değişmişti. Buharın gücünü kullanmayı öğrenen insanoğlu bu gücü sadece fabrikalarda değil ulaşımda da kullanmaya başladı. Bu, bir yerden bir yere ulaşmayı (ve geri dönmeyi) daha kolay hale getirdi. Telgraf ve telefonun bulunmasıyla haberleşme kolaylaştı. Bu gelişmelerle birlikte genelde bilinçsiz ve pek çok sosyal haktan yoksun olan işçi sınıfı da bilinçlenmeye başladı. Fabrikada toplanan işçiler ve fabrika çevrelerinde yoğunlaşan hayat kitle toplumunu oluşturmaya başladı. Gelişen ekonomi ile yeni bir burjuva sınıfı da doğdu.
Sosyal ve ekonomik hayattaki bu gelişmeler teknoloji ile buluşunca daha az emek harcayan daha çok kazanan ve daha çok zamanı olan bir kitle doğmasını sağladı. Her şeyi çoğaltmanın kolaylaştığı bu dönemde, fotoğraf makinesini, fotoğrafı çoğaltmak da kolaylaşmıştı.
Çalışma yasalarının oluşması, ücretli izinlerin başlaması, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması gezen, dolaşan insanların ortaya çıkmasını sağladı. Bununla beraber bu gezen insanları gezdiren kurumlar yani turizm hareketi başladı.
İşte bizim hikâyemiz bu dönemlerden sonraya tekabül etmektedir. Dünyanın görsellikle tanınmasının başladığı yıllara… Pek çok alanda (reklâm, tanıtım, afiş vb) görüntülerin kullanıldığı, her yerin ulaşılabilir olduğu bir dünya… National Geographic vb dergiler ile yeni bir dünyayı öğrenmenin mümkün olduğu bir süreç başlar. Dünyanın her köşesinde yaşayan insanları halkları görmenin, göstermenin mümkün olduğu bir dünya başlamıştır artık…
Gezi – Seyahat Fotoğrafçılığı Farkı Nedir? Seyahat Fotoğrafçılığı Neden Zordur?
Bu uzunca girizgahtan sonra sözün özüne inecek olursak, baştan beri gezi ve seyahat kavramlarının bir farkı olduğundan söz ediyorum aslında… Buna bağlı olarak da kaçınılmaz sonuç gezi fotoğrafçılığı ve seyahat fotoğraflığının da bambaşka 2 farklı uğraşı olduğudur.
Bir anlatım dili olarak kullanılan, dünyayı anlamanın ve anlatmanın bir yolu olarak kullanılan fotoğraf dilinin, tüm lisanlarda olduğu gibi farklı dil aileleri, farklı lehçeleri vardır. Elbette en büyük dil ailesi olarak doğrudan fotoğraf diyebileceğimiz bir aileye sahibiz.
Doğrudan fotoğraf çalışmasını; “gerçekliğe sadık kalarak”, kameranın optik, kimyasal/sayısal olanaklarıyla yetinen, vizörden/ekrandan yapılan ayıklama/toplama işlemiyle ortaya çıkan gerçeğin görünümünü değiştirici yöntemlere başvurmadan yapılan fotoğraf çalışmaları olarak tanımlamak mümkün. Burada sadık kalına gerçekliği de çok kısaca açmak gerekirse, fotoğrafçının konuya tanık olduğu süre, taraf ve açı itibariyle gördüğü gerçeklik diyelim. Tüm konunun gerçekliğini anlamak ve anlatmak ne büyük iddia olurdu…
Doğrudan Fotoğraf Yöntemleri…
Doğrudan fotoğraf çalışmalarını ele alınan konu ve fotoğraflama yöntemi olarak da gruplayacak olursak, gezi ve seyahat fotoğrafçılığını ele alınan konular başlığında değerlendirebiliriz. Elbette fotoğraflama yöntemi olarak da bu gruplamaya ilişmek, bu başlıkları iliştirmek mümkün. Zira fotoğrafla yöntemleri olarak biçim öncelikli ve içerik öncelikli diye iki başlık belirlersek ve biçim öncelikli çalışmalarda hayatı estetize etmenin öne çıktığını, içerik öncelikli çalışmalarda ise bir anlatı oluşturmanın önemli olduğunu vurgularsak sanırım gezi ve seyahat fotoğraflarını nerelere yerleştireceğimin ipuçlarını vermiş olacağım.
Sadece gözlerini ve bedenini gezdiren kişilerin elbette gittikleri yerleri döndüklerinde eşe, dosta, arkadaşa gösterirken iyi, güzel, hoş, etkileyici olan şeyleri seçmeleri ve bunu allayıp pullayıp sunmaları şaşırtıcı bir sonuç değildir. Günbatımında tele objektif ile çekilerek kocaman gösterilen bir güneş, renk renk çiçeklerden oluşan bir bahçedeki küçük ahşap köprüdeki kırmızı kıyafetli kız, toprak yolda sırtında çuvalıyla yürüyen güler yüzlü teyze ya da amca, ters ışıkta koşturan çocukların silueti ya da birbirine sarılıp elleriyle zafer işareti yapan çocuklar gezi fotoğrafçılığının olmazsa olmaz kareleridir.
Ancak kalbini, ruhunu, beynini yollara düşüren zamane gezginleri için bu kareler yeterli olmayacaktır. Bir taraftan her bir fotoğraf karesi için özenirken diğer yandan yan yana gelen bu fotoğrafların bir anlatı oluşturması derdine de düşeceklerdir. Gidilen yerin elbet güzellikleri de anlatılır, ama aynı zamanda rahatsız eden, doğru gitmeyen şeyler de gösterilir, tanık olunan olaylar fotoğraf diliyle anlatılmaya çalışılır, bilgi de vermek amaçlanır.
Seyahat Fotoğrafının Zorlukları…
Seyahatte fotoğraf çekmek kendi başına zaten yeterince zor bir iştir. Eşzamanlı gerçekleşmesi gereken, eski bir oyun olan Tetris’teki gibi tüm çubukların ve şekillerin doğru açıyla birbiriyle örtüşmesi gereken bir dizi eylemi barındırır;
Öncelikli olarak işin seyahat tarafı vardır; güvenli bir ortamda barınma, karnını doyurma, hijyeni sağlama gibi temel ihtiyaçların yanına gidilen yeri anlama, öğrenme, görme ve hissetme de şarttır. Bununla birlikte olayın fotoğraf tarafı biraz karmaşıktır. Çünkü gidilen yeri anlatacak görüntüler insanlarda bulunabilir, doğada bulunabilir, mimari yapılarda ya da onların detaylarında binlerce anlam yer alabilir, çok önemli bir olay bir sokak gösterisinde, protestoda ya da bir lunaparkta gerçekleşebilir, gündüz olabilir bu olay, gece olabilir, iç mekânda karşınıza çıkabilir dışarıda dolaşırken oluverir. Neredeyse stüdyo fotoğrafçılığı dışında fotoğraf uğraşısının tüm dallarından bahsediyorum kısaca. Seyahatte fotoğraf çekmeye niyetli bir kişinin tüm bu dalları uygulayacak bilgisinin olması gerekir. Bununla birlikte tüm bu dallar için gerekli ekipmanın da olması işi çok kolaylaştırır…
Ne estetik yaklaşıma ne anlatı kurmaya geçmeden yukarıdaki kısa paragrafta anlatmaya çalıştığım koşullar seyahatte fotoğraf çekmenin “Ne güzel bir yere geldik, iki kare de fotoğraf çekelim, dönüşte gösteririz”den biraz daha farklı olduğunu anlatıyor diye düşünüyorum.
Tüm bu koşulları oluşturduktan sonra gidilen yeri anlayacak, anlatacak, aktaracak fotoğraf çalışmasının aslında 24 x 36 mm ya da daha küçük bir yüzeye (full frame ya da APS – C sensör) gördüklerinizi, belki de görmediklerinizi, fark ettiklerinizi etmediklerinizi, anlatmak, aktarmak istediklerinizi, tüm fotoğraf bilginizi, okuduğunuz kitapları, izlediğiniz filmleri, dinlediğiniz müzikleri, estetik kaygılarınızı, hissettiklerinizi, dünya görüşünüzü sığdırmak olduğuna inanıyorum…
Tüm yolcu’lara, yol’daşlara yolculuklarının hep sürmesi ve bu yolculuklara eşlik eden fotoğrafların yeni yolculuklara yol göstermesi dileklerimle…
YouTube kanalımıza abone olmak için tıklayın…